10 Şubat 2014 Pazartesi

Zihni Kuşatan Dogmalar

Doğduğumuz, büyüdüğümüz ortamlar gereği hangimiz belli kalıplara girmedi? Eğer deist veya ateist bir kültürlü aileden doğan yoksa, yanıt: Hiçbirimiz. Bu ülkede kabul edilmiş olan İslam dininin buyruklarını tamı tamıyla yerine getiren kaç kişi olabilir? Toplumun tamamı dinin buyruklarını yerine getirse bile din yalan olduktan sonra bunun bir önemi yoktur. 

Ezberci eğitim sistemi beyinleri köreltmiş, sorgudan ve zihinsel bağımsızlıktan yoksun bırakmıştır. "Sorgulanmamış hayat yaşamaya değmez." demiş Sokrates. Ben sorguladım, ama beni bu yolculuğa iten şey Sokrates'in bu teşvik edici sözü değildi. Sorgulamama sebep olan şey zaten karakterimde barındırdığım şüphecilikti. Biraz geç oldu ama benim canımı yakan başka şeyler var: Dinleri sorguladığım ve reddettiğim süreci anlatmadan önce bazı şeyleri fark ettim. Dinler bize ne bahşediyorda bu kadar insan körü körüne bağlanmış? Cennetteki huriler mi? Her an sahip olabileceğimiz yiyecekler mi? Daha da önemlisi, sonsuz bir hayat mı? Dinlerin artık çelişki barındıran insan icade olduğunu öğrendiğimde sevindim; çünkü bana mantıksız gelen kurallardan bağımsız hareket edebilirdim artık. Ama sevincimin çok daha ötesinde beni mahfeden bir şeyi fark ettim: Dinlere inanmıyordum artık; çünkü onlar peygamberlerin kendi çıkarlarına kullandıkları, bizzat kendilerine ait kitaplardı. Bana bahşedilmiş olan sonsuz yiyecek veya kadınlar umrumda değildi. Asıl kötü olan ve beni derbeder edip beni intihara kadar sürükleyecek olan şey ölüm sonrası hayat olmadığı düşüncesine kapılmamdı. Çok uzun bir süreçti. Sorgularım 3 yıl, araştırmalarım yaklaşık 8 ay sürdü. Ruhsal açıdan çöküntüye uğramıştım. Tolstoy'un "İtiraflarım" ve buna benzer kitapları okudukça iyice bezdim hayattan. Öldüğümde Tanrının himayesinde refah dolu bir hayatım olacaktı. Ama gerçekleri öğrendiğimde bunlarında boş birer vaad olduğunu anladım. Dinlere inanabilenlere hayranım aslında; Tanrının onları koruduğunu zannediyor, "Her işte bir hayır vardır." diyerek sorunları geçiştiriyorlar. Dahada güzeli, ölüm sonrası hayat olduğunu düşünüyor, orda arzuladıkları her şeye kavuşabileceklerini sanıyor ve bu dünyayı sallamayarak huzurlu oluyorlar. Bir nevi telkin yapıyorlar. Her sorunda Tanrıya ve sözde kitaplarına sarılıp dua ediyor, umutlarını asla kesmiyor ve ruhsal açıdan çok güçlü oluyorlar. Bu herkesin arzuladığı bir şeydir eminim. Bu sürecin sonunda beni nelerin beklediğini tahmin bile edemiyordum. Küçükken cami hocası olmak istediğimi söyleyenler bile var. Bundan şüphem yok; çünkü dinime çok bağlıydım, hatta yobazdım. "Ateistlerin kafasını keselim." dediğim bile oldu. Ama artık onlar benim gözümde zinciri olmayan, özgür, sevimli insanlar. Ateist değilim. Deistim desem de olmaz. Ben kendimi bir kalıba sokmayı sevmem. Bugünlerde Tanrıyıda sorguluyorum. Ama bir yaratıcının var olduğuna inanmaya ihtiyacım var.

Araştırmalarım ömrümün sonuna kadar devam edecek. Bundan vazgeçmeyeceğim. Ama bu saatten sonra görüşlerim değişmeyecek. İnanmam için ısrar ediyorlar. Ben kararlarımı geç veririm ama kesin, değişmeyecek kararlardır bunlar. Ortada inanmaya değer bir şey yok bile. Bana dinlerin olmadığı yerde etik kuralların olmayacağını söyleyen bile olmuştu. Şimdi soruyorum size: Dinlere inanmadığım için ben ahlaksız mıyım? Kendimi övmeyi sevmem, ama çevrem bana genelde kendi halinde, efendi, ahlaklı olduğumu söylerler. Onlara dinsiz olduğumu söylesem aynı şeyleri tekrar söylerler mi? Sanmıyorum. Herkes girmiş bir kalıba, hayatlarını mahfediyor, kendi bildikleri dışında her şeyi inkar ediyorlar. Ama ben gerçekleri gördüm ve artık özgürüm!

Toplumumuzun bireyleri baskı altında büyümüştür. Son 25 yılın gençleri kendilerine güvenen bir edayla her şeyi aile büyüklerinin bilmediklerini otoriteye boyun eğmeyerek göstermişlerdir. Bu da gençlerin kendi inançlarını oluşturmalarında baskının ortadan kalkması demektir. 50 veya 60 yıl önce bir çocuk babasına dini inancını söyleyebilir miydi?

Küçükken araştırmadan ve sorgudan yoksundum. Buna sebep olan şey yaşımın verdiği çocukluk, bilinçsizlik mi, yoksa başımı bilgisayardan kaldırmayıp ömrümü cahilce tüketişim mi, bilmiyorum. Ama küçük sorgularımla nasıl başladıysam fark edemeden devamını getirdim ve son durum böyle oldu.
Öncelikler şunları sorguladım:

"Allah" yerine "Tanrı" dersem günah mı olur?

Ahlak dersleri veren Hz. Muhammed'in bir çocukla evlenmesinin sebebi nedir?

İlk insanlar Adev ve Havva, yani tek bir tür ise bilimin ortaya çıkardığı insan türleri birden fazla olduğuna göre burda bir çekişki fark ettim ve aklımı kurcalayan şey bu oldu.

Reddedişimin en büyük sebebi şöyle oldu ki: Kur'an da Tanrının dünyayı 6 günde yarattığına dair ayetler var. Dünyanın oluşumu, soğuması ve atmosferin oluşumu dahilince dünyanın kaç milyar yılda oluştuğunu biliyoruz. Takıldığım kısım o değil, Tanrı sonsuzluktur. Tanrının yaptığı işte süreç olmaz. Tanrı özenmez; çünkü Tanrı istediği her şeyi anında yaratır. Tanrı dünyayı 6 günde yarattıysa burda bir özenme ve süreç vardır, ama bu iki şey Tanrının gücüne aykırıdır. Dahada ilginci, Tanrı kendi işlerini yapmaktan aciz mi ki her işi meleklere yaptırıyor?

Doğa olaylarından Mikail sorumluymuş. Aklıma gelen ilk şeyden örnek vereyim: Yağmurun oluşumunu hiç araştırmadınız mı? Hiç mi coğrafya dersi görmediniz? Hiç mi  merak etmediniz havadan gelen bu suyun kaynağı ne? Kur'anın yazıldığı dönemde bilim ileriydi ama tabikide günümüzde ki gibi değildi. İnsanlık teknolojiden mahrumdu. Artık yağmurun oluşumundan gökadaların hareketlerine kadar her şeyi takip edebiliyoruz. Bir çelişki fark etmediniz mi hala? Ben sadece İslam'a gönderme yapmıyorum, ama toplumumuz bilinçlendirmek için yüklenmemiz gereken öncelikli din İslamdır. Dinleri bir bütün olarak eleştirirsek: Dinlerin ortaya çıktıkları tarihlere bakarsak toplumların çoğu kesimleri cahil. Manevi boşluktalar. Bazı uyanıklar bu fırsatları değerlendiriyor ve birden ortaya çıkarak Tanrının elçileri olduklarını söylüyorlar.

Tanrı ve yarattıklarını 20 çocuklu bir aile olarak düşünürsek, anneden örnek verelim: Sizce anne çocuklarının bir kısmını ayırt ediyor ve diğerlerinden üstün mü kılıyor? Tanrı neden insanları her canlıdan üstün tutsun? Yobaz insanlar tutturmuş "İnsanlar en zeki varlıktır." diye. Ya nereden biliyorsun ? Teleskoplarla görülemeyecek kadar uzaklıkta gökadalar var, tek yaşam merkezi dünya mı sanıyorsunuz ki dünya ekzosferin zayıflığı ve yerkürenin sürekli guruldamasından dolayı ne yerden ne gökten güvenilir değildir. Konuyu saptırmadan diyebilirim ki insan mucizevi bir varlık değil, aksine doğada ki pozisyonu gereği bağışıklığı çok zayıf ve büyüme süreci yavaş gelişen bir hayvandır. Kendinizi diğer canlılardan üstün tutmayı bırakın, üstün değilsiniz. Hatta çoğu hayvanın uyum sağlayabildiği ortamda savunmasız bir canlıyız.

Bu tip sorgular beni inanmamam için fazlasıyla tatmin etti. Bunu dikkat çekme veya sıradışı olmak için yapmadım ki toplulumumuzda böyle bir algı var. Lise çağında karar verenlerin bir hevesle hareket ettiğini söylüyorlar. Onlar beni ilgilendirmez. 18 yaşında bunları fark etmişim ve geç bile kaldığımı düşünerek üzülüyorum. Topu topu aklım başımda kaç sene yaşadıysam yarısından çoğunu dinsel korkular yüzünden harap ettim.

Arkadaşlarımın veya ailemin hiçbir üyesi yobaz değil. Her gün biriyle tartışmaya çalışırım. Bu arada tartışmak yumruk yumruğa girmek veya ortamı gerginleştirmek amaçlı yapılan bir diyalog değildir. Tartışmalarda bilgi alışverişi çok fazla olur, neyse. Hala aklıma gelen sorular olur, dinine bağlı insanların bu konu hakkında ki görüşlerini merak eder, sorarım. Cevap şaşırtıcı olmaz, çünkü beklediğim cevabı hiçbir zaman alamayacağımı bilerek sorarım sorumu.

Dogma insanların çoğu gerçeği öğrenecek ve toplumun yapısı değişecek.

Yazımı baştan sona okuyan okuyucu, düşüncelerimi merak edip okuduğun için teşekkür ederim, yazımın devamınıda merakla okumanı isterim. Eğer bir dine mensupsanız sorgulamanızı istiyorum, bunun size bir zararı olmayacak.

"Sorgulanmayan hayat yaşamaya değmez."
-Sokrates

7 Şubat 2014 Cuma

Evrenin Oluşumu İle İlgili İlk Görüşler


M.Ö. 3000 li yıllarda Kurulan Mısırlılar , gökyüzünü incelemiş ,tıpkı Mayalılar gibi yıldızların ve gezegenlerin nasıl oluştuklarını ve neden hareket ettiklerini , hareket sınırlarının nereye kadar olduklarını merak etmişlerdir.

M.Ö. 300 yıllarında Büyük İskender tarafından kurulan İskenderiye kütüphanesi M.S. 450 yıllarında yıkılınca geçmişteki çoğu bilgiler (astronomiyle ilgili olanlarıda ) yok olmuş ve bir kısmı bazı mitolojik olgularla Yunan bilginlere ulaştırılmıştır.

Ünlü yunan bilgini Thales'ten günümüze kadar ortaya bir çok kere evrenin oluşumu ile ilgili teoriler atılmıştır. Bu teorileri özetlediğimizde iki sonuca varırız.

1-Başlangıcı olmayan hareketsiz bir evren
2-Başlangıcı olan bir evren

Başlangıcı olmayan hareketsiz bir evren 1600'lü yıllarda Newton'un ortaya attığı, hareketsiz ve başlangıcı olmayan evren görüşüdür.Bu görüşe göre evren, sonsuzdan beri var olmuştur ve sonsuza kadar da varlığını ve şu anki hâlini koruyacaktır .

Başlangıcı olan bir evren Büyük patlama teorisidir.Bu teoriye göre evren Big Bang adı verilen bir patlama ile aniden yaratılmıştır.

Thales'in Görüşü

Yunanlıların aksine doğanın ve dünyanın temel maddesinin yalnızca tanrısal güç değil aynı zamanda sudan meydana geldiğini düşünüyordu. Ona göre herşeyi oluşturan su maddenin ilk öğesiydi ve bunun tanrısal güçle (ruh gibi metafiziki bir yapı) bağlı olduğunu düşünüyordu. Güneşin ayın ve diğer gezegenlerin biribirinden uzaklıklarını hesap etmesinden görüldüğü gibi evrenin sadece dünyadan oluşmadığıda o zamanlarda anlaşılmıştı.

Pythagoras'ın Görüşü

M.Ö. 500 yıllarında Pythagoras Dünyanın küresel olduğu fikrini vermiş ve bu fikri Ay ın evrelerine bakarak çıkarmışdır. Dolayısıyla Dünya ve diğer gökcisimleride küreseldir. Pythagoras a göre Dünya,Güneş ve diğer tüm gök cisimleri , doğa yasalarına bağlı olarak , merkezsel bir ateş etrafında iç içe belirli küreler üzerinde düzügün hareket yapmaktadır (burada yıldızlar sabit bir şekilde en dış yörüngeye bağlıdır.)ve gezegen ve yörüngelerin yarıçap oranları tıpki müzikteki bir harmoniye sahiptir.

Anaksimenes'in Görüşü

M.Ö. (584-524) Anaksimenese göre ise her şey havadan oluşmuştur. Hava, yoğunlaşma ve gevşemesiyle çeşitli nesnelere dönüşür. Genişlemesi ve gevşemesiyle ateş olur; yoğunlaşmasıyla rüzgarlar, bulutlar meydana gelir. Bulutlardan su, sudan toprak, yüksek bir yoğunlaşma derecesinde de taşlar meydana gelir.Yeryüzünden çıkan sis ay, güneş ve yıldızları oluşturur

Platon'un Görüşü

Platon a göre 2 evren vardır. Bunlar idealar evreni ve idealar evrenin kötü bir kopyası olan nesneler evreni.

Nesneler evreni; ateş, toprak, su ve hava gibi dört öğeden olmış ve her yanı, her yerde merkezden aynı uzaklıkta olan küre şeklindedir.


Platon'un evren modeli göre duran bir Dünya çevresindeki eşmerkezli küreleri betimler.Dünya çevresinde 2 dünya çaplı küresel bir kabuk su elemanına ayrılmıştır.
Bunun üzerinde ki 5 Dünya yarıçaplı kabukta atmosfer , bunun üzerine de 10 Dünya yarıçaplı kabukta ateş elemanına ayrılmıştır.Bunların üstünde de sabit yıldızlar vardır.
Atmosfer ve sabit yıldızlar arasındaki küreler üzerinde Ay , Güneş ve 5 gezegen düzgün şekilde hareket ederler.

Eudoxus'un Görüşü

M.Ö. 410 yada 408 – 355 yada 347 yıllarında yaşamış olan Eudoxus Platon’un iki küreli evren modeli ne göre , gezegenlerin tek düze ve ard arda hareketinin nedenini bulmuştur.

Euodxus’a göre evren ortak bir merkez üzerinde iç içe geçmiş farklı eğimlerde dönme eksenleri olan kürelerden oluşuyordu. En içte hareketsiz duran küre Dünyamız. İçten dışa doğru Ay, Merkür, Venüs, Güneş, Mars, Jüpiter, Satürn’e ait küreler dizilmektedir. En dışta bir tam turunu bir günde tamamlayan yıldızları içeren küre vardı. Ancak bu kürelerin sayısı, 56’ya kadar çıkmalıydı ki gezegenlerin hareketine uygun bir model olsun, böylece bunu fark eden Aristotles ile birlikte 56 küreden oluşmuş bir evren modeli elde edilmiş oldu.

Aristotoles'in Görüşü

Aristoteles evren için sınıflandırmalar yaparken fizik ve metafizik konular diye ayrım yapmıştır.
Aristoteles’e göre her bir kürenin hareketi bir dıştaki küre tarafından yönetilmektedir. En dıştaki küre, yani yıldızları içeren küre ise kusursuz hareket ettiricidir ve ilk hareket ettirici tanrı tarafından harekete geçirilmiştir. Çünkü O’na göre her hareket eden şeyin bir hareket ettiricisi olmalıydı.

Aristoteles evreni ikiye bölmüştür; Ay’ın üzerinde bulunduğu, Dünyadan sonraki ilk küreye kadar ki yerler su, hava, ateşi içeren fiziksel dünya, ondan sonrası ise ruhsal alemlerdi. Aristoteles’in evreni sınırlı bir evrendir, çünkü en dıştaki sabit yıldızlar küresi sınırsız büyüklükte olsaydı eğer sınırlı sürede sınırsız yol kat etmek zorunda kalacaklardı, ayrıca sınırsız büyüklükte bir küre olsaydı yıldızlar gökte bir doğru boyunca hareket ediyormuş gibi görünmeliydi; oysa Aristoteles’e göre yıldızlar doğudan batıya doğru çember çiziyordu. Bundan dolayı da doğrusal olan her hareketin bir sonu olacağını, ama çembersel hareketin bir sonu olmasının şart olmadığını, bu yüzden dairesel hareketin kusursuz hareket olduğunu düşünmüştür.

Aristarkus'un Görüşü

Yunanlı bir gökbilimci ve matematikçi olan (M.Ö. 310-230) Sisamlı Aristarkus
evrenin merkezinde güneşin olduğunu savunmuştur. Bu fikiri 1800 yıl boyunca geçerliliğini sürdürememiştir (Koperniğe kadar). Ayrıca kendisi yıldızların çok uzaklarda olduğunu , ozamanlar bilinen ıraklık açısı yöntemiyle farketmiştir.

Herakleides'in Görüşü

M.Ö. 4. yüzyılın başlarında Pontus'ta doğan Herakleides , evrenin birbirleriyle bağlantısı olmayan parçacıklardan oluştuğunu ve bunları bir araya toplayan gücün metafiziki bir kavram (sevgi) olduğunu savunmuştur.

Herakleides'e göre evren sonsuzdur ve Dünya,Güneş sisteminin merkezinde bulunmaktadır.Güneş, Ay ve dış gezegenler (yani Mars, Jüpiter ve Satürn) Dünyanın çevresinde dairesel yörüngeler üzerinde dolanırken, iç gezegenler (yani Merkür ve Venüs), Güneşin çevresinde dolanırlar.

Hipparcus'un Görüşü

İznikli filozof olan Hipparcus (M.Ö. 190-120) ilk trigonametri tablosunu yapan kişi olarak bilinir.Dünya merkezli evren modeline karşı çıkmıştır.Gezegen parlaklıklarının yıl boyunca değişmesinden dolayı gezegen-Dünya uzaklığının yıl boyunca değişmesi gerektiğini öne atarak Dünyanın evrenin tam merkezinde olmadığını söylemiştir.

Batlamyus'un Görüşü

Yeni bir evren modeli hazırlamıştır Almagest adlı on üç kitaptan oluşan eserinde bütün hatlarıyla göksel olguları anlamlandırmak üzere kurmuş olduğu geometrik kuramı tanıtmıştır. Aristoteles’in dönen küreleri, gezegenlerin hareketini ve parlaklıklarının değişiminin açıklamakta yeterli değildir. Bu yüzden gezegenlerin Dünya etrafında dolanırken aynı zamanda da Dünya merkezli çember üzerinde dairesel bir hareket yapmaları gerekir.

Aristotoles fiziğini temel alan bu kuramda, evren küreseldir ve Dünya bu evrenin merkezinde hareketsiz olarak durmaktadır. Yer'in hareketleri sonucunda her şey uzaya saçılır ve Dünya parçalanır Ay,Merkür,Venüs,Güneş,Mars,Jüpiter,Satürn ve sabit yıldızlar Dünyanın çevresinde dairesel hareketler yaparlar ve sabit yıldızlar küresi evrenin sonucudur.

Böylece gezegenler Dünyadan farklı uzaklıklarda bulunabilir ve buna bağlı olarak parlaklık değişimlerinin nedeni de anlaşılmış olur, çünkü gezegen uzaklaştıkça parlaklık azalacak yaklaştıkça ise artacaktı.
Batlamyus, ortaya koyduğu modelin gözlemlerle karşılaştırıldığında tam doğru olmadığını fark edip bu durumu düzeltmek için Dünyayı merkezden biraz dışarı yerleştirmiştir.

Kopernik'in Görüşü

Gezegenlerin konumunun Batlamyus modeline göre birkaç derece farklı olduğunu bulmuştur. Güneş, Güneş Sistemi’nin merkezindedir, gezegenler onun etrafında dolanır ve yıldızlar çok uzaktadır. Bütün çalışmalarını “On Revolutions” isimli eserinde topladı (1543). Eserinde ki üç temel prensip yayınlamıştır.

-Evren küreseldir. Bunu eskiden bilinen biçimde kanıtlar. Evren küreseldir, çünkü küre en mükemmel şekildir.
-Yer küreseldir. Kopernik Dünya’nın küreselliğine yine eski kanıtları kullanır
-Gök cisimlerinin hareketi dairesel, muntazam ve sonsuzdur.

Kopernik evren modeli Merkür’le Venüs’ün Güneşten neden çok fazla uzaklaşamadığını ve gezegenlerin gökyüzünde ileri gidip sonra durup aksi yöne gitmesini açıklamakta başarılıdır. Modelin bir kusuru vardı, o da, daha önceki modellerin etkisinde kalıp yörüngeleri kusursuz daireler olarak kabul etmesidir.


Tycho Brahe ve Johann Kepler'in Görüşleri

Tycho Brahe Kendi kurduğu modelde Ay ve Güneş’in Yer etrafında, diğer gezegenlerinse Güneş etrafında düzgün dairesel hareket yaptıklarını göstermiş. Johann Kepler (1571-1630) Brahenin gözlemlerini kullanarak Kepler Kanunlarını ortaya atmış.

-Herbir gezegenin Güneşe trafındaki yörüngesi elipstir ve bir odağında Güneş bulunur
-Bir gezegen yörüngesi üzerinde dolanırken, eşit zamanda eşalanlar süpürür
-Gezegenin yörünge döneminin karesi, yarı-büyük eksenin kübüyle orantılıdır.

Kepler kanunlarıyla Güneş merkezli gezegenler teorisi yer merkezli Ptolemy modeline göre hem akla daha uygun geliyor hem de gözlemleri daha iyi açıklıyordu. Kepler de yıldızların Satürn yörüngesinin ötesinde dar bir bölgede yer aldıklarına inanıyordu.

Isaac Newton'un Görüşü

Ayın ve gezegenlerin hareketleri hakkında çok miktarda veri o zamana kadar toplanmış, fakat bu gök cisimlerinin bilinen hareketlerine neden olan kuvvetler net olarak anlaşılamamıştır. Newton, Kepler ‘in birinci kanuna göre ayın üzerinde net bir kuvvetin etkimesi gerektiğini fikrini savunmuştur. Aksi takdirde ay, yaklaşık dairesel bir yörüngeden ziyade doğrusal bir yörüngede hareket ederdi.

Newton, Ay’ın Dünyaya doğru ivmelenmesine neden olan çekim kuvvetinin, cisimlerin g ivmesiyle Dünya’ya doğru düşmesine neden olacağını da ileri sürmüştür. Sonuç olarak Newton evrensel kütle çekimini ve hareketin üç kanununu ortaya koymuş ve sonraki üç yüzyıl boyunca bu bakış açısı bilim dünyasına egemen olmuştur.

Newton hareket yasaları olarak bilinen üç yasa şu şekildedir.
-Hareketli bir cisim dışarıdan bir kuvvete maruz kalmazsa doğrusal hareketini sürdürür.
-Kütlesi m olan bir cisme uygulanan F kuvveti ile a ivmesi arasında F=ma bağıntısı vardır.
-Her etkiye karşı ona eşit bir tepki vardır.

Son yasa bize herhangi iki etkileşen cisimin 2. sinin 1. sine uyguladığı kuvvet, 1.sinin 2.cisine uyguladığı kuvvete eşit ve zıt yönlü olduğunu açıklar. Kısaca etki ve tepki kuvvetleri eşittir.
Bu kanunlar evrenin oluşumu ve düzeni hakkında önemli bilgi verirken , Isaac Newton'a göre 3. tepki evrendeki her şeyin "Neden bir düzen içerisinde" sorusunu yanıtlar.Ona göre 3. yasa gezegenlerin tek bir kütle halinde olmalarını, parçalanıp bölünmeyeceğini açıklar.
65 Milyon yıl önce yaşanmış "Kitlesel Yok oluş"a ne sebep oldu?

Yanardağ mı?

Göktaşı mı ?

Buzul çağı mı?


Dinazorlar 160 milyon yıl boyunca yeryüzünün hakimiydiler. Ama 65 milyon yıl önce meydana gelen bir felaket, bu dev sürüngenleri birdenbire yok etti. Üstelik yok olan yalnızca dinazorlar değildi. O sırada, canlı türlerinin çoğu yok ldu. Peki bu kadar büyük bir olaya sebep olan şey neydi?

Yakın zamana kadar biliminsanları bu sorunun yanıtını bilmiyorlardı. Şimdi çoğu, bu duruma iki şiddetli doğa olayının neden olmuş olabileceğini düşünüyorlar. Bu olaylardan biri, bir göktaşının düşmesi, ötekiyse büyük bir yanardağ etkinliğiydi. Dinazorlar, belki bunlardan birine dayanabilirdi. Ancak, görünen o ki her iki olayda aynı anda meydana geldi.
Uzaydan Gelen Göktaşı

Güneş sistemi, genellikle Güneş ve gezegenlerden oluşan basit bir sistem gibi düşünülür.Oysa, bunların yanı sıra, sayısız göktaşı da içerir.Bunlar, çoğunlukla belli bölgelerde yoğunlaşmış durumda olduklarından, genellikle zararsızdırlar. Ancak bazıları çeşitli nedenlerle bölgelerden çıkıp farklı yönlere yerleşebilirler.

Aslında gezegenimizin atmosferine her gün bir çok küçük göktaşı girer ve yanar. Bunun sonucunda zararsız ve hatta izlemesi eğlenceli olan "Akanyıldız" (Aaaa Yıldız Kaydı) ya da yanlış bir tanımlamayla "Yıldız Kayması" denen gök olayı gerçekleşir. Bakalım artık keyif alabilecekmisiniz.

Ayrıca, yılda bir kaç kez atmosferde tümüyle yanmayıp yeryüzüne düşen göktaşları da vardır. Bunlar, çoğunlukla bir çakıl taşı büyüklüğünde olduklarından düştükleri yere fazla zarar vermezler. Ancak, geçmişte çok daha büyüklerinin de yeryüzüne düştüklerini gösteren sağlam kanıtlar vardır.

Bunların en iyi bilinenlerinden biri, yaklaşık 50.000 yıl önce Kuzey Amerika kıtasına düşen yaklaşık bir apartman büyüklüğündeki göktaşı. Bu göktaşı çarptığında ortaya bin atom bombasının çıkartacağı enerjiye denk bir enerji çıkmış olmalı.

Göktaşının oluşturduğu kraterden bir görüntü, bıraktığı hasar günümüzdede olduğu gibi durmaktadır.


Neyse ki bu sırada henüz bu kıtada herhangi bir insan yaşamıyordu. Bu çarpışmadan geriye kalan 1.5 kilometre çapındaki krater,günümüze kadar çok iyi korunmuş durumda. Bu göktaşlarının büyüklüğü 65 milyon yıl öncekininkiyle karşılaştırıldığında devede kulak gibi kalıyor.

65 Milyon yıl önce, Everest dağı büyüklüğünde bir göktaşı, gökyüzünü yararcasına atmosfere girip bugünkü Meksika Körfezi civarına düştü. Bu koca kaya bir saniyeden kısa bir süre içinde patlayarak 200 kilometre genişlikte, 40 kilometre derinliğinde bir krater oluşturdu. Elbette bu patlamanın gerçekleştiği yerin çevresinde yüzlerce kilometre genişlikte ki bir alanda bulunan her şey o anda yerle bir oldu. Çarpışmanın ardından toz, enkaz ve sıcak gazlardan oluşan bir ateş topu tüm Kuzey Amerika'yı kat ederek ormanları öteki canlılarla birlikte yok etti. Birkaç saat sonra da, patlamayla ortaya çıkan toz, Kuzey Amerika kıtasının gökyüzünü kaplayarak kıtayı zifiri karanlığa boğdu. Ne var ki bu sadece başlangıçtı.
Ateş Yağmuru

Patlama atmosferde bir delik açarak kaya parçalarının uzaya büyük bir hızla fırlamasına neden oldu. Bunların bazıları, Ay'ın yarı yoluna kadar gitti. Ancak, yerçekimi nedeniyle giderek yavaşlayıp durduktan sonra düşmeye başlayan parçalar, birkaç gün içinde aynı hızla atmosfere girdiler. İşte, Dünya çapında yıkıma yol açan bu oldu. Parçalar günlerce yeryüzüne yağdı. Atmosfere giren göktaşları, atmosferin üst katmanlarının yüzlerce derece ısınmasına yol açtı. Tüm yeryüzü dev bir ızgaranın altındaymış gibiydi. Bu nedenle, tüm kıtalarda ormanlar yandı. Yangından çıkan duman, tozla birleşince gökyüzü tümüyle karardı.

Çarpışmadan birkaç gün sonra, artık Güneş ışınları ulaşamadığı için sıcaklıklar düşmeye başladı ve gezegenimizde "Çarpışma Kışı" yaşanmaya başladı. Yanmadan kurtulan bitkiler, bu sefer soğuğun ve ışığın yoksunluğundan dolayı öldüler. Dinazorlar sıcaktan bir şekilde kurtulmuş olsalar bile, sonrasında soğuk ve açlıkla karşı karşıya kaldılar. Bunlar yetmezmiş gibi, atmsfere karışan kimyasal maddeler ve bunun sonucunda meydana gelen asit yağmurları onları zehirledi.
Yeraltından gelen darbe


O zamanlar yaşananlar yalnızca yukarıda olanlarla bitmedi. Yerbilimciler, göktaşı düşmeden 200.000 yıl önce başlayan ve ondan 300.000 yıl sonra biten bir yanardağ etkinliği olduğunu keşfettiler. Düşünüldüğünde, olana bir yanardağ patlamasının verebileceği zarar, dev bir göktaşınınkine göre çok küçük. Ama bu, öyle alışıldık bir yanardağ etkinliği değildi. Öyle ki, her bir patlama, insanoğlunun günümüze kadar tanık olduğu en büyük yanardağ patlamasının bile yüzlerce katı şiddetindeydi. Üstelik, bu yanardağların sayısının yüzcen fazla olduğu tahmin ediliyor.

Günümüzün yanardağları, genellikle dar bir bacadan dışarı ergimiş kayaların püskürmesiyle oluşuyor. Ancak, 65 milyon yıl öncesinin etkinliği yüzlerce kilometre genişlikteki bir alandan yeryüzüne yavaş yavaş yükselen bir lav mantarı gibiydi. Bu lav, yüzlerce kilometre uzunluktaki çatlaklardan dışarı püskürdü. Tüm lavın yüzeye çıkmasıysa yaklaşık yarım milyon yıl sürdü.

Elbette, lav püskürmeleri sırasında çok miktarda kül ve zehirli gazlarda atmosfere salındı. Biliminsanları, bu yanardağ etkinliğinin bile tek başına tüm gezegeni etkileyerek çok sayıda bitki ve hayvan türünü yok etmeye yeteceğini düşünüyor. Bu yetmezmiş gibi çarpan göktaşı da son noktayı koymuş oldu.

Yaşamın Geri Dönüşü

Gezegenimizde geçmişte ortaya çıkan tüm felaketlerin ardından yaşam bir şekilde yeniden yeşerdi. Ancak, yeryüzündeki yaşamın bu iki olaydan sonra toparlanması milyonlarca yıl sürdü. Bu olaylar sonrasında, dinazorlar ve birçok canlı tümüyle yok oldu. Sonrasındaysa, yeni hayvan ve bitki türleri ortaya çıktı. Memeli hayvan türlerinin %90'ı yok olduğu halde bu, yeni türlerin ortaya çıkabilmesi için yeterliydi. Bunların çoğu kendilerine sığınacak yer bulabilen, toprak altında, mağaralarda ya da sularda yaşayan memelilerdi. Bu küçük memelilerin evrimleşmesiyle zamanla başka memeliler de ortaya çıktı. Kurtulan bitkilerse tohumları toprak altında çok uzun süre kalabilen türlerdi.

Bilim insanlarına göre, 65 milyon yıl önce bu olaylar yaşanmasaydı, dinazorlar gibi dev sürüngenler, daha yüzlerce milyon yıl yeryüzünün hakimi olacaklardı. Dev sürüngenler, memeliler üzerinde büyük baskı olacaklardı. Dev sürüngenler, memeliler üzerinde baskı oluşturacaklarından memeliler hiç bir zaman bu kadar gelişip çeşitlenemeyeceklerdi. Bu açıdan düşünün o zaman ki yanardağ etkiliği olmasaydı ve göktaşı düşmeseydi, günümüzde dinazorlar hala yaşıyor olacak; ama büyük olasılıkla insanlar olmayacaktı.

Bir Başka Teori: Buzul Çağı

Biliminsanları, dinazorların soylarının 65 milyon yıl önce tükendiğini, fosilleri inceleyerek söyleyebiliyorlar. Ancak, yakın zamana kadar bunun nasıl olduğu bilinmiyordu. Bazıları, büyük bir buzul çağı yaşandığı ve dinazorların bunu atlatamadığını düşündü. Daha küçük başka canlıların, dinazorların yumurtalarını yiyerek tükenmelerine yol açtığı bile düşününler vardı.

Yer bilimci Walter Alvarez, bir kaya katmanında 65 milyon yıl öncesine ait özel bir katman bulduğunda dinazorların nasıl yok olduğu anlaşıldı. Bu katman,yeryüzünde ender bulunan bir element olan İRİDYUM bakımından zengindi. İridyum, göktaşlarında bolca bulunan bir element olduğu için, yeryüzüne büyük bir göktaşının çarptığı anlaşıldı. Üstelik bu katmanın varlığı, yeryüzünün çeşitli bölgeleride de belirlendi. Ayrıca, bu katmanın üzerinde herhangi bir dinazor fosiline de rastlanmadı. Bu katman, iridyum dışında, küresel bir yangın olduğuunu da kanıtlayan önemli miktarda "İs" içeriyordu.

Evrenin Açıklanamayan Sırları



Güneşimiz gezegenimizin başına çökmüş bir bela mıdır?
Zaman içinde yolculuk mümkün müdür?
Anti(Karşı veya negatif olarakta bilinir) maddeye ne oldu?
Marstaki su nasıl yok oldu ?
Büyük patlamadan (Big Bang) önce ne vardı ?




GÜNEŞİMİZ, GEZEGENİMİZİN BAŞINA ÇÖKMÜŞ BİR BELA MIDIR?

Evrenin açıklanamayan sırları arasında Dünyada yaşamanın keyfini süren bizler için büyük aciliyet taşıyan biri var. Acaba Dünyalılar (İnsanlar ve insanlardan önce yok olmuş dinazorlar) 26 milyon yılda bir yok olmak üzere mi planlandılar ? Eğer öyleyse, bu periyodik yıkım yağmuruna ne sebep olmakta ?



Amerika'lı üst düzey bilim ve Astrofizik profesörü Richard Moller demiş ki
Muazzam bir patlama, binlerce kilometre içinde her şey yok olacak. İlk patlama dalgasından söz ediyoruz, şimdi ilk tsunami, muazzam bir ısıdan söz ediyoruz, dünyanın her yanında çıkan yangınlardan söz ediyoruz, sonrası karanlık.

Milyonlarca yıldır, uzayda gezen kocaman objeler dünyaya çarparak korkunç sonuçlara yol açtı. Sudaki etkilerinden birini Yukatan yarım adasının açıklarında gördüğümüz bir çarpma, 65 milyon yıl önce dinazorların yok olmasına yol açtı. Ancak bu dünyada ki ilk kitlesel yok oluş değildi. Muhtemelen sonuncusu da olmayacak.








Amerika'lı Bilim Kurgu yazarı Kim Stanley Robinson demiş ki


Bütün zamanların en büyük kitlesel yok oluşu değil bu, çünkü bundan önce "Permiyan yok oluşu" vardı. Okyanustaki türlerin %95'i yok oldu. Karadekilerinde %80'i, yani kökten yok oluş olayları olmuştur böyle.

(Bu arada dünyanın varlığından beri denizde türünü devam ettirebilmiş canlılardan birinin köpek balığı olduğu söyleniyor.)

Bazı bilim insanları, bu ölüm ve yıkım süreçlerinin son derece düzenli işlediğini düşünüyor.



Amerika'lı üst düzey bilim ve Astrofizik profesörü Richard Moller demiş ki

Paleontologlar çok tuhaf bir model buldular. Dinazorların ölümüne yol açan türden büyük yok oluşlar bunlar. Ancak diğerleride rastgele yaşanmıyor. Düzenli bir zaman diliminde oluşuyor. Bu çok tuhaf, her 26 milyon yılda bir yok oluş var. Açıklanması çok gerekli. 

Astrofizikçi Richard Moller, bu periyodik yol oluşunun açıklamasının Güneş sisteminin kenarında gizlenen "Loş cüce kızıl yıldızı" olduğunu düşünüyor. Nemesis, yani "Cezacı". Bu kurama göre Nemesis, Güneşimize eşlik eden keşfedilmemiş bir yıldız.



Güneş sisteminin ortasında uzun, elips yörüngedeki yolculuğunu 1.3 ışık yılında tamamlıyor. Nemesis, Güneşe 26 milyon yılda bir çok yaklaşıyor, yörüngesi "Oort" bulutlarının , yani Güneş sistemini çevreleyen tahminen trilyonlarca kuyruklu yıldızın içinden geçiyor. İşte o zaman Güneş sisteminin düzeni, kaosa dönüşüyor.


Amerika'lı üst düzey bilim ve Astrofizik profesörü Richard Moller demiş ki
Bu olay olduğunda Nemesis kuyruklu yıldızlara yaklaşıyor ve yörüngelerini bozuyor. 

Moller'in bu kuramına göre bu küçük var zararsız yıldızların yarattığı çekimsel bozulma uzun ve sakin kuyruklu yıldızların Oort bulutu içindeki yörüngelerinden uzaklaşmalarına sebep oluyor. Güneşin çekimiyle gelen 1 milyar kuyruklu yıldız, Güneş sistemine dağılıyor. Bir kısmının yoluna Dünya çıkıyor ve muazzam çarpışmalar sonucu kitlesel yok oluşlar gerçekleşiyor.



Güneşimizin keşfedilmemiş bir eşlikçi yıldızı olduğu iddiası tartışma götürür. Bilim insanlarının çoğu, Güneşin eşlikçisi olmayan, yalnız bir yıldız olduğu görüşünde. Ancak evrende, çekimden dolayı bir araya gelmiş ikili ve üçlü yıldızların olması normal.



Fizik ve Astronomi profesörü Adrienne Cool demiş ki

Galaksimizde yıldızların çoğu ikili yada üçlü yıldızlardır. Demekki Güneşinde aslında ikililerden olduğunu iddia etmek o kadar çılgınca bir fikir olarak görülmemeli.

Güneşin bir eşlikçisi olduğunu öne sürmek mümkündü. Ama Astronomlar, Moller'in iddia ettiği gibi Güneşe Nemesis ikiziyle benzeyen bir ikili sistem gözlemlememişlerdi. Moller'in Nemesisin gerçek olduğunu kanıtlaması gerekiyordu. 1997'de bu sırra ışık tutmak için bir NASA görevi başlatıldı. 2 mikronluk yıldız gözlemi , evrende daha önce bilinmeyen yıldızlar aramaya başladı. Bu 2 mikronluk gözlem aracı, Galaksimize bulunması güç nesneleri bulmak için özel olarak tasarlanmıştı. Ve şu ana kadar 2 milyondan fazla nesne buldu. Eğer Nemesis ordaysa gözlem teleskobunun bunu tespit etmesi gerekiyordu. Ancak teleskop, Moller'in tanımına uyan bir ölü yıldız yakalayamadı.



Japon asıllı Kuramsal Fizikçi Michio Kaku demiş ki
Aradık, ölü yıldız Nemesisi çok aradık. (Vah yazık) Ve hiç bir yerde bulamadık.

Ama Moller gözlem teleskobunun Nemesisi bulamamasına şaşırmıyor.



Amerika'lı üst düzey bilim ve Astrofizik profesörü Richard Moller demiş ki
Nedeni; mesafenin yaklaşık 1 ışık yılı olması, yörüngede dönüş süresi 26 milyon yıl olduğu için çok yavaş hareket ediyor. Yakınlardaki yıldızları gösteren standart gözlemler tarafından da yakalanmıyor. 



Bir başka ihtimalde Nemesisin aslında kahverengi cüce olması.

Bu sönmüş yıldızlar, kızıl cücelerden daha küçükler. Oldukça elips bir yörüngede kahverengi cüce, çoğunlukla dünyadan uzakta olacağı için Astronomlar tarafından görülemeyecektir. Eğer durum böyle ise Nemesis, 2 mikronluk gözlem teleskobundan kolaylıkla kaçabilir.

Araştırmasına devam eden Richard Moller, bir başka ve daha ayrıntılı araştırma planlıyor. Nemesisin bulunmasının sadece zaman meselesi olduğunu düşünüyor.



Amerika'lı üst düzey bilim ve Astrofizik profesörü Richard Moller demiş ki
O kadar çok yıldız varki sayıları milyonlarca. Ama saman yığınında iğne bulduğun zaman bakıyorsun, "Saman değil bu." diyorsun. Bunun gibi bir şey. Nemesisi bulduğumuz zaman yörüngeyi ölçeceğiz ve Nemesis olduğunu kanıtlayacağız.



ZAMAN İÇİNDE YOLCULUK MÜMKÜN MÜDÜR?



Zaman makinesi deneyleriyle ün salmış Amerika'lı Teorik Fizikçi Ronald Mallett demiş ki
Geçmişe yolculuk yapıp kaderimizi değiştirebilir miyiz? En büyük sorulardan biri de bu. 

Zaman makinesi, bir kurgu ürünüydü. Ama Mallett, kısa zaman içinde, zamanda yolculuk yapmak gibi gizemli bir fikri destekleyen bir bilim olduğunu öğrendi. Kaynağıda Albert Einstein idi. Einstein, uzay ve zamanın birbirine çok bağlı olduğunu , bu yüzden uzay ve zamanın bir kumaş, bir yaprak olarak düşünülebileceğini kuramlaştırdı. "Görecelilik" kuramı sayesinde Einstein, Gezegen, yıldız yada Kara delik gibi masif bir nesnenin aslında uzay zaman döngüsünü saptırdığını ortaya çıkardı. Einstein, yer çekiminin, bizi Dünyaya bağlayan, Dünyayı Güneşin etrafındaki yörüngesinde tutan gücün aslında bu sapmanın etkisi olduğunu düşünüyordu.



Mallett'a göre bu bakışın ve evreni farklılaştıran düşüncenin çok uzak çıkarımları var. Çünkü eğer zamanı bir çevirim halinde çevirmeye yetecek kadar çekim yaratılabilirse belkide zaman içinde öne ve arkaya giden bir yol açılabilir.





ANTİ("KARŞI" VEYA "NEGATİF" OLARAKTA BİLİNİR) MADDEYE NE OLDU ?


Bilim insanlarına göre evren oluşurken şu anda çevremizdeki her şeyi meydana getiren bildiğimiz maddeden başka bir maddede içeriyordu. Bunun içinde aşağı yukarı eşit miktarda anti-madde barındırdığına ve görünmez kötü ikiz olduğuna inanıyorlar.



Fizik ve Astronomi profesörü Adrienne Cool demiş ki

Evrenin en başına gidecek olursanız madde ve anti-maddeden meydana geldiği ortaya çıkıyor. Her partikülün bir anti-partikülü olduğu anlaşılıyor. 
Peki bu gizemli Anti-Madde nereye gitti?

Zaman makinesi deneyleriyle ün salmış Amerika'lı Teorik Fizikçi Ronald Mallett demiş ki
Anti-madde tamı tamına maddeye benzer. Aralarındaki fark ise şudur:
*Anti-madde tamamen farklı bir yüke sahiptir.

Normal madde atomlardan oluşur. Atomlarda, atom altı parçacıklardan meydana gelmiştir. Yani negatif yüklü elektronlar , pozitif yüklü protonlar.




Anti -maddede ise ; tam tersi yüke sahiptir. Aynı kütleye ama zıt elektrik yüklerine sahipler.





Zaman makinesi deneyleriyle ün salmış Amerika'lı Teorik Fizikçi Ronald Mallett demiş ki
Proton atomun çekirdeğini oluşturan pozitif yüklü parçacıktır. Anti- proton ise tıpa tıp aynı kütleye sahip negatif yüklü parçacıktır.



Evrenimizde zıtlar birbirini çeker. Partiküller ile Anti-Partiküller bir araya gelir. Ama madde ne zaman anti-madde ile bir araya gelse sonuç hep aynı. Birbirlerini imha ediyorlar.




Uzayda birbirine çarpacak şekilde yol alan 2 uzay gemisi olduğunu düşünün. Biri normal maddeden yapılmış, diğeri ise anti-maddeden. Başka bir uygarlık tarafından yapılan bir gemi olsun mesela. Çarpışma muazzam boyutlarda olacak ve geri kozmik çarpışma dedektiflerinin inceleyebilecekleri bir enkaz bile kalmayacak.





Fizik ve Astronomi profesörü Adrienne Cool demiş ki
Madde ve anti-madde yok olurlar, ama enerji kaybolmaz. Enerji 2 tane son derece yüklü Gamma ışınına "Foton"a dönüşür.


Japon asıllı Kuramsal Fizikçi Michio Kaku demiş ki
Eğer madde ile anti-maddeyi alır, karıştırırsanız patlar. Ve aslında, evrendeki en büyük enerji kaynağı madde ve anti-maddenin çarpışmasıyla ortaya çıkar.


Fizik ve Astronomi profesörü Adrienne Cool demiş ki
Yani madde içinde ne kadar enerji olduğunu anlayabilmek için bir an bunları iki avuç kum olarak tahammül edin. Biri madde, diğeri iste anti- madde . Bir araya gelmelerini sağlayın. Yok olacaklar ve enerji üretecekler.Ne kadar enerji mi ? Kaliforniya'ya 1 hafta yetecek kadar enerji çıkar.

Anti-maddenin etrafını saran esrar şudur:
Eğer evrenin ilk zamanlarında madde ve anti-madde neredeyse eşit ise o kadar anti-madde şu anda nereye gitti ?

Japon asıllı Kuramsal Fizikçi Michio Kaku demiş ki
Evrenin en büyük sırlarından maddenin kötü ikizi anti-maddeye ne olduğudur. Gökyüzünde nereye baksak sıradan madde görüyoruz. Anti-madde görmüyoruz. Samanyolu galaksisinden gelen çok az miktarda anti-madde var.


Amerika'lı Bilim Kurgu yazarı Kim Stanley Robinson demiş ki
Evrenin, neden tamamen maddeden meydana geldiği ve neden çok az miktarda anti-madde olmadığı bir sır. Zaten açıklanabileceğini de sanmıyorum.


Bir başka varsayım ise şu:

Belki de evrenin ilk zamanlarında madde, anti-maddeden biraz daha fazlaydı. Yani yok etme savaşına giren partiküller ve anti-partiküllerden geriye çok az miktarda madde kaldı .Ve savaş meydanından sağ çıkan gazi ise onlar oldu.

Fizik ve Astronomi profesörü Adrienne Cool demiş ki
Her 1 milyar anti-proton için 1 milyar proton gerekir. Milyar kendini yok eder, ve geriye sadece proto kalır.

Japon asıllı Kuramsal Fizikçi Michio Kaku demiş ki
Biz tortuyuz. Zamanın bir anında madde ile anti-maddenin çarpışmasıyla ortaya çıkan, o devasa enerji patlamasının artıklarıyız. En gelişmiş kuramlar bile madde ile anti-madde arasında neden bir asimetri olduğunu açıklayamadı. İyiki varmış, yoksa biz olmayacaktık.

Ancak madde galip gelip etrafımızda gördüğümüz her şeyi meydana getirmiş olsada uzak galaksilerde veya uzay bölgelerinde anti-maddenin egemen olduğu yerler olabilir mi?


Amerika'lı Bilim Kurgu yazarı Kim Stanley Robinson demiş ki
%99'unun anti-maddeden oluştuğu kos koca galaksiler olabilir. Tıpkı bizimkinin maddeden oluştuğu gibi. Eğer anti-maddeden oluşmuş galaksi, maddeden oluşmuş galaksiye çarparsa her ikiside muazzam bir ışık pırıltısı ve enerjiye dönüşüp yok olurlar.


Ne kadar garip olursa olsun, bilim insanları tıbbi amaçlar için kullanılmak üzere laboratuvar araçlarıyla çok az miktarlarda anti-madde üretmeyi başardı. Parçalanmakta olan radyo-aktif malzemelerden elde edilen anti-madde parçacıkları, vücuda enjekte edilerek beyinde "Ped" taraması yapılıyor.

Japon asıllı Kuramsal Fizikçi Michio Kaku demiş ki
Çoğumuz hastaneye gittiğimizde ve ped taramasına girdiğimizde bize aslında anti-madde kaynağı enjekte edildiğini bilmeyiz. Pet'in "P"si "Pozitron" demektir. Pozitron ise "Anti elektron" dur.

Fizik ve Astronomi profesörü Adrienne Cool demiş ki
Pozitron emilmesi sayesinde vücudun bir bölümüne gidip ne olduğuna bakarsak hemen elektron bulduğunu görüyoruz. Birlikte yok oluyorlar ve gamma ışını vücudun dışına çıkıyor.


Japon asıllı Kuramsal Fizikçi Michio Kaku demiş ki
Beynin zihinsel faliyet gösteren parçalarında yoğunlaştığı zaman, pozitron radyasyonu salılımını seçebiliyoruz. Artık beyin taramaları sırasında düşünen bir bir beynin muhteşem fotoğraflarını çekebilmek anti-madde sayesinde mümkün olabiliyor.


Anti-madde insan beyninin sırlarının çözülmesinde yardımcı olurken insan beyni, henüz anti-maddenin sırlarını çözemedi.




MARSTAKİ SU NASIL YOK OLDU?



Mars ve gizem, daima el ele gezer. Ancak kızıl gezegenin en çok merak edilen sırrının uzaylı istilacılar ile bir ilgisi yok.
Bilim kanıtlar, Mars'ın bir zamanlar Dünyaya benzeyen bir gezegen olduğunu ve hayatı mümkün kılan en önemli unsura sahip olduğunu gösteriyor. Suya.



Kıdemli Araştırmacı Peter Smith demiş ki
Marsta bol miktarda su vardı. Eski sellere dair kanıtlar bulduk. Atmosferinde minicik su buharı parçası bulduk. 


Hatta Marsın yüzeyince eski nehir vadilerini ve sel yataklarını andıran şekiller var.




Japon asıllı Kuramsal Fizikçi Michio Kaku demiş ki

Bir zamanlar okyanuslar , denizlerle dolu tropik bir gezegenmiş. Ama suyun tamamı yok olmuş. 




Marstaki onca su nasıl kaybolmuş olabilir? Üstelik neden kayboldu ? Bunlar bilim insanlarının çözmeye çalıştığı sırlar. Marsa yollanan uzay araçlarının topladığı jeolojik kanıtlar 3.5 milyar yıl önce Mars'ın sulak yüzeyinin dramatik bir değişim geçirdiğini işaret ediyor. Suyun ne zaman yok olduğunu bilsek bile nereye ve neden gittiğini anlayamıyor muyuz?


Kıdemli Araştırmacı Peter Smith demiş ki

Marstaki su çok çok uzun yıllar önce yok oldu. (Ordan göçebe gelmiş gibi anlatıyor.) Milyarlarca yıldan söz ediyorum. Eldeki ipuçları bize bu suyun çok uzun yıllar yok olduğunu gösteriyor. 


Marsta meydana gelen bir dizi olay, sulak manzaranın kasvetli bir manzara ile yer değiştirmesine yol açtı. Marsta, yoğun bir volkan patlaması süreci yaşandı ve lavlar yüzeyi kapladı. Süreç sona erdiğinde gezegenin erimiş demir çekirdeği katılaştı. Bu olay, Mars'ın manyetik alanını ve koruyucu ozon tabakasını kaybetmesine yol açmış olabilir.



Kıdemli Araştırmacı Peter Smith demiş ki

Bu olay yüzünden atmosfer, Güneşimizden gelen ve çok kuvvetli esen solar rüzgarlar karşısında korunmasız kaldı. 



Solar rüzgarlar gezegende milyonlarca yıl boyunca esti. Kalan atmosferide yok etti. Şimdi, artık bir zamanlar yağmur ya da kar olarak düşen su buharı, gezegenin daha dar çekimsel alanından da kaçmış oldu.


Kıdemli Araştırmacı Peter Smith demiş ki
Su atmosfere, su buharı olarak taşınır ve ultraviyole ışınlar tarafından bombalanır. 2 hidrojen ve 1 oksijen olan su, hidrojen ve oksijene ayrışır. Hidrojen, bilinen en hafif gaz olduğu için atmosferin tepesine çıkar ve solar rüzgarlar tarafından süpürülebilir.


Mars'ın suyunu kaybetmesine sebep olan bir başka kuram ise gezegenin dışından gelen bir tehditle ilgili. Güneş sisteminin ilk yıllarında Mars'ın ölümcül bir uçuş rotasında olduğuna dair kanıtlar var.

Kıdemli Araştırmacı Peter Smith demiş ki
3.9 milyar yıl önce "Büyük bombardıman" denilen bir küme vardı. Bu durumda gezegene bir sürü çarpma olmuştur. Böyle bir olayda gezegenin üzerindeki atmosfere ve çekim alanının dışına madde fırlamış olabilir.


Marsta suyun gizemli şekilde kayboluşuna dair başka cevaplar belkide kızıl gezegenin derinliklerinde gizli. Suyun bir kısmı karbondioksit ile karışarak 3km derinliğinde kutupsal buz başlıklarıyla yüzeyin çoğunu kaplayan bir "Permofrost" oluşturdu.




Ancak suyun içinde bir kanıt gizli. Sıvı su hala akıyor.



Kıdemli Araştırmacı Peter Smith demiş ki
Marstaki suyun çoğu yer altına gitti. Su toprağın içinde yürüdüğü ve atmosferin içine çıktığı için yüzeye çıktıkca kuruyacak. Su yer altında buz halinde dondu yada hatta sıvı su halinde toplandı. Bunlar bugün aramakta olduğumuz şeyler. Radyo dalgaları ve radarlarla yüzeye nüfuz ediyoruz ve bu su rezervlerini arayıp bulmaya çalışıyoruz.

Kimileri ise Dünyadaki hayatın Marsta başladığını, geçirdiği tuhaf değişimin kaderimizi belirlediğini düşünüyor. Eğer bu doğruysa Marstaki suyu bulmak belki bizi hem kozmik başlangıcımıza hemde geleceğimize götürebilir.


BÜYÜK PATLAMADAN(BİG BANG) ÖNCE NE VARDI ?





Mesele evren olduğunda bildiklerimiz, öğrenmemiş olduklarımızın yanında hiç kalıyor. Bu açıklanamayan sırların içinde biri, hepsinden önemli. Büyük patlamadan önce bir şey var mıydı? Ya da gerçekten büyük patlama her şeyin başladığı an mıydı ?




Öyleyse kıvılcımı çakan şey neydi?

Japon asıllı Kuramsal Fizikçi Michio Kaku demiş ki
Yaratılışı başlatan şey nedir? Büyük patlama kuramındaki muazzam işte bu. Hiç bir fikrimiz yok. Büyük patlamayı neyin harekete geçirdiğini hiç bilmiyoruz. Malesef bu konuda her hangi bir bilgimiz yok.

Büyük patlama, yani evrenimizin doğuşunun kozmolojik modeli 13.7 milyar yıl önce gerçekleşti. Evrendeki her şey bu ana kadar geriye sarılabiliyor.


Teorik fizikçi ve Evren bilimci Amerika'lı Andreas Albrecht demiş ki
Görünen o ki, en başta esrarlı bir av var. Biz buna tekillik diyoruz. Ancak esrarlıda olsa bir çok açık soru da var. Hala zaman çizgisiyle çok iyi bir başlangıç oluşturuyor.

Ancak bilimsel araştırmalar, büyük patlamadan önceki döneme kör ve sağır olduğu için böyle bir süreç var mı bilemiyoruz. Tekillik, hiç bir zaman ardını göremediğimiz ufuk gibi.

Kıdemli Araştırmacı Peter Smith demiş ki
Yaratılıştan önce zaman, uzay ve maddeyle birlikte yaratıldı. Büyük patlamada, bu türden bir olay sadece. Bu nedenle de, bunları yaratılışından öncesinde ne olduğunu bilmemize imkan yok.

Bununla birlikte, büyük patlamadan önce ne olduğuna dair yapılan spekülasyonlar, Astrofiziğin en büyük beyinlerini bile meraka düşürüyor.
Bazı kuramcılar, evrenimizin büyük patlamaları düzenli olarak yaşadığını düşünüyor. Bu döngüsel modele göre her trilyon yılda bir büyük patlama yaşanıyor. Genişleyen evren çöküyor ve yeni bir büyük patlamanın sahnesi hazırlanıyor.


Kıdemli Araştırmacı Peter Smith demiş ki
Bu yükü daha önceki bir evrene bağlamanın çok ilginç yolları var. Evrenin sonu başka bir evrenin başlangıcını oluşturabilir.

Amerika'lı Bilim Kurgu yazarı Kim Stanley Robinson demiş ki
Belki bir başlangıç hiç olmadı, belki ilk andan itibaren hep devam eden bir an bu. Yaratıcı diye de bir şey hiç yok.

Büyük patlama öncesinin açıklanmasına sandığımızdan yakın olabiliriz. Büyük patlamadan kaynaklanan kozmik sesler, hala evrende yankılanıyor. (Uzay boşluğunda sesin yayılmamasına rağmen frekanslarının alındığı iddia edildi. Hatta bir yıldızın patladığı an kulağı sağır edecek derecede bir frekans elde edildiği öne sürüldü. ) Aslında tekillik öncesinde ki anın cevaplarını içinde barındırıyor olabilir.

Japon asıllı Kuramsal Fizikçi Michio Kaku demiş ki
Önümüzdeki 10 yılda uzaya yeni dalga dedektörleri , yer çekimi dalgası dedektörleri gönderilecek. Lazer dalgalarına bağlanan yaratılışın şok dalgaları, lazer ışınlarını çınlatacak ve büyük patlamadan kalmış olan titreşimleri kaydedebileceğiz. Bu yüzden, önümüzdeki 10 yıllarda sadece büyük patlamayı dğeil, büyük patlama öncesinide görebileceğimize eminim. Bu konuda her hangi bir tereddütüm yok.

Lazerler, büyüme enerjisinin kaynaklarını yakalayacak ve belkide büyük patlamayı yaratan mekanizmayı çözecek. Eğer sırların en büyüğünü çözmek için çabalarsak, gerçekten evreni anlayabilmemiz mümkün olacak mı ?

Fizik ve Astronomi profesörü Adrienne Cool demiş ki
Ne zaman bir cevap bulsak , beraberinde bir sürü soru çıkıyor ortaya. İlerliyoruz, sır çözüldü diyoruz ama karşımıza başka bir sır çıkıyor.


Zaman makinesi deneyleriyle ün salmış Amerika'lı Teorik Fizikçi Ronald Mallett demiş ki
Bizler kendini anlamaya çalışan evrimin sonuçlarıyız. Ben evrendeki yerimizi böyle kavramlaştırıyorum.


Japon asıllı Kuramsal Fizikçi Michio Kaku demiş ki
Evren sürekli değişiyor, ama yasalar , fizik yasaları sabittir. Değişmezler. Bu da bize bütün kaosu açıklayabilmek için, nasıl bu hale geldiğimizi, nasıl başladığımızı açıklayabilmek için umut veriyor.


Sürekli değişen evrenimizde açıklanamayan sırlar, bizden saklanmaya devam ediyor. Artık en büyük sırları çözmenin geçmişimizin anahtarını ve geleceğimizin patikalarını bulmanın sınırına kadar geldik. Bilim bir çok sırrı çözsede uçsuz bucaksız, karanlık ve gizemli evrenimizde, geriye, hala keşfedecek çok şey kalıyor.


KARA MADDE, KARA ENERJİ

KARA MADDE



Binlerce yıldır geceleri gökyüzüne bakıp bu aydınlatılmış maddelerin evrenimizi oluşturduğuna inandık. Artık bilim adamları gökyüzünün gerçek sırrının ışıkta parlayan değil karanlıkta saklandığını fark ettiler. Yıldızları ve galaksileri birbirlerine bağlayan gizemli bir kara madde var. Ayrıca evrende gökyüzünü yaratan galaksileri çok çok uzağa ve kasvetli bir kadere sürükleyen karanlık bir enerji var.


Kara madde ve kara enerji, evrenin %96'sını oluşturuyor. 


Ve onların sırrını ortaya çıkarma ihtimali, milyonda bir gibi. Eğer ortaya çıkarılırsa evrenin kaderi açığa çıkmış olur. Evren, yer çekimsel güçlerin korkunç çarpışması nedeniyle parçalanıp yanacak mı? Yoksa kara enerji evrenin büyük yırtılmayla sonlanmasına mı neden olacak?


Japon asıllı Kuramsal Fizikçi Michio Kaku demiş ki
Evrenin sonu buzla gelecek.

Kara Madde , Dünyada karşılaştığımız her şeyden farklıdır. Ağırlıkları çok fazla olduğundan galaksileri etkileyecek güce sahiptirler. Bunlar nasıl oluşur? Ne kadar hızlı ilerler? Kara maddenin görünmez varlığı her yerdedir, ya da öyle görünüyor. Bilim henüz kara madde parçacıklarının olduğunu doğrudan kanıtlayamadı.


Astrofizikçi Dan Bauer demiş ki
Işık yaymıyor, ayrıca ışığı emmiyor, ışıkla hiç bir etkileşimi yok.

Astronomi Profesörü Richard Ellis demiş ki
Parlamadığı gibi onu karanlıktada kolay kolay göremezsiniz.


Japon asıllı Kuramsal Fizikçi Michio Kaku demiş ki
Dünya gezegeni üzerindeki her ders kitabı, evreni atomlardan ve atomun içindeki parçacıklardan oluştuğunu söyler ama bütün bu ders kitapları yanlış. İnsanlar kara madde denen bu görünmez maddeyi duyduklarında "Saçmalık, kara maddenin varlığına dair bir kanıt göster." diyorlar.

Astrofizikçi Dan Bauer demiş ki
Sizler kara madde için gökyüzüne bakacağımızı sanıyorsunuz. Ne de olsa kara maddenin geldiği yer orası. Ama biz kasklarımızı giyip maddenin içine gireceğiz.(Dünyanın merkezine doğru )

741 metre aşağıda, Soudan ulusal laboratuvarı var. Terk edilmiş bir demir madeni, araştırma tesisine çevrilmiş. Bu, deneylerin kozmik ışınlardan korunmak için yer altına inmiş bir çok laboratuvardan sadece biri.


Astrofizikçi Dan Bauer demiş ki
Bu konu üzerinde 10 yıldır çalışıyoruz ama henüz kara madde parçacığı göremedik.

Kara maddeyi arama çabaları 100 yıl önce başladı. Gökbilimciler, sonunda gece , gökyüzünün derinliklerini görecek araçlara sahip oldular ve sorular başladı.



Fizik Bölümü üst düzey araştırma görevlisi Sean Carroll demiş ki

1920'lere kadar teknoloji o kadar gelişmemişti. İnsanların teleskoplarıyla fark ettikleri, çözdükleri ve ne olduğunu anladıkları şeylerle kendimize küçük belirsiz görüntüler elde ediyorduk.
Yer çekimsel olarak çok çekici olan kara madde, görünmez madde bir küme içindeki galaksilerin tüm hızlarını etkileyebiliyordu.


Astrofizikçi Profesör Alexei Filippenko demiş ki
Einstein'in genel izafiyet teorisine ve hatta Newton'un yer çekimi kanununa göre bütün galaksiler birbirini çeker.

Japon asıllı Kuramsal Fizikçi Michio Kaku demiş ki
Yüzlerce galaksiyi analiz ettik ve hepsi aynı biçim düzenine sahip. Hepsi yörüngede çok hızlı dönüyorlar ve bunları bir arada tutacak bir kara maddeye ihtiyaçları var.


Bilim, bu konuya kulak verdi ve kara maddenin ne olduğunu merak etmeye başladı. Kara maddenin, evrenin neresinde saklandığını görmeleri gerekiyordu. Onu göremeseler bile bilim, kara maddenin, içinden geçen ışığı bükmesiyle kendini açığa çıkardığının farkına vardı. İşte bu duruma "Kütle çekimsel merceklenme" adı verilir. Bu gerçek bir spot ışığıdır ve evrendeki bütün görünmez maddeleri ortaya çıkarır.



Astronomi Profesörü Richard Ellis demiş ki
Onun yaptığı şey, diğer tüm kütlelerin yaptığı şeydir. Yani ışık ışınının yönünü değiştirir. Yani ışık, kara madde tarafından yolundan saptırılabilir.

Yolundan sapan ışığı izleyen kütle çekimsel merceklenme, galaksilerin harelerinde yoğunlaşmış olan kara madde ile buluştu.


Hata yapmayacağı düşünülen kütle çekimsel merceklenme sayesinde kara maddenin varlığı ortaya çıktı.



Astronomi Profesörü Richard Ellis demiş ki
Kütle çekimsel merceklenme denen teknik, kesin tekniktir. Çünkü onun sayesinde sadece ne kadar kara madde olduğunu saptamıyor, ayrıca gökyüzünde nasıl dağıldığınıda anlıyoruz. Çünkü kara maddenin içinden geçen ışık ışınlarının bükülmelerini ölçebiliyoruz.


Japon asıllı Kuramsal Fizikçi Michio Kaku demiş ki
Gözlüğünüzün orda olduğunu nasıl bilirsiniz? Çünkü gözlük ışığı büker. Aynı şekilde evrenin Habıl gökyüzü resimlerine ve galaksilerden geçen ışığın bükülmesine bakarakta kara maddenin haritalarını elde ederiz. 


Fizik Bölümü üst düzey araştırma görevlisi Sean Carroll demiş ki
Galaksi kütlesinin büyük çoğunluğu kara maddedir. Olan madde, kara maddenin yer çekimsel alanında birikir.


Ancak kara madde sahneye çıkar çıkmaz bilim insanları bunun fark edilmemiş yeni bir parçacık mı , yoksa görünmez bir olağan madde olduğunu merak etmeye başladılar.
Bilim insanları, evrendeki ışık yaymayan maddeleri incelemeye başladılar. Kara delikleri ele alalım.
*Işık yaymazlar.
*Maddeleri kendilerine çekebilirler.
*Kütle çekimsel merceklenme tarafından fark edilirler.



Fizik Bölümü üst düzey araştırma görevlisi Sean Carroll demiş ki

Bunlar kara deliklerin ya da temel olarak çok fazla ışık vermeyen küçük kara yıldızların, yani büyük kütleli harelerin şeklini alabilir. 

Büyük kütleli yoğun hareler, samanyolunun haresinde saklanırlar. Ve kütle çekimsel merceklenme tarafından bulunurlar. Ama kara maddenin miktarının açıklanmasına yetecek kadar büyük miktarda değildirler. Kahverengi cüceler gibi sönmüz yıldızlardan da şüphelenildi. Onlar kara maddeyi oluşturacak yoğunluğa sahipler. Kara madde, her ne ise, onda sıradan maddelerin ve yıldızların hepsinden daha fazlası var.


Fizik Bölümü üst düzey araştırma görevlisi Sean Carroll demiş ki
Atomlar, protonlar, nötronlar ve elektronlardan oluşturabileceğiniz bütün maddeler muhtemelen galaksilerde ve kümelerde gördüğünüz maddelerin toplam miktarını açıklamaya yetmeyecektir. 
Kara maddenin ağır bir madde olduğunu biliyoruz. Çok hızlı hareket etmediğini ve onu göremediğimizi de biliyoruz. 

Astronomi Profesörü Richard Ellis demiş ki
Kara madde parçacıkları ışık hızında hareket etmezler. Ayrıca sizinle veya benim etkileşimleri yoktur. İşte bu yüzden bu parçacıkların izlenmesi son derece zordur. 

Japon asıllı Kuramsal Fizikçi Michio Kaku demiş ki
Yer çekimi haricinde sıradan maddelerle etkileşim göstermezler. Eğer elimde kara madde olsaydı bir ağırlığı olurdu. Ama önce parmaklarımın arasından yok olur giderdi. 


Tıpkı görünmez bir adamın duvarlardan geçmesi gibi kara madde de, milyarlarca parçacık halinde bir anda dünyanın içinden geçer ve asla sıradan maddeler ile çarpışmaz. 


Tüm bu çabalara rağmen henüz ne laboratuvardakiler, ne de bir başkası kara maddeyi bulamadı.


Kara enerji
Evreni yönlendiren itici güce "Kara enerji" deniyordu. Bu, hiç kimsenin beklemediği ve anlamadığı görünmez bir enerjiydi.


Astrofizikçi Profesör Alexei Filippenko demiş ki
Bu da evrendeki en uzak mesafelerde bile yer çekimine egemen olan itici bir gücün olduğunu gösteriyordu.

Kara enerji evreni, uzayı yaratmış ve galaksileri, kendiyle birlikte bu yolculuğa çıkarmıştı.



Astrofizikçi Profesör Alexei Filippenko demiş ki
Evreni dolduruyor gibi görünen bu enerji, evrenin zaman içinde çok daha hızlı genişlemesine neden olan enerjiye kara enerji deniyor. 

Astronomi Profesörü Richard Ellis demiş ki
Sandalyelerle dolu olan bir sınıf hayal edin. Ve bu sandalyeler yavaş yavaş birbirlerinden çok uzağa gitmeye başlasınlar. Bütün sandalyeler, genişleyen evrenden uzaklaşacaklarından oturduğumuz sandalye hangisi olursa olsun, bütün sandalyeler sizden uzaklaşacaklardır. Ama sandalyeler aslında genişlemiyor. Aslında bütün sandalyeler hala aynı büyüklükteler. Burda meydana gelen asıl şey sınıfın gittikçe büyümesidir, sandalyelerin arasındaki boşluk gittikçe büyümektedir. 

Fizik Bölümü üst düzey araştırma görevlisi Sean Carroll demiş ki
Bütün galaksiler arasında daha fazla boşluk oluşmakta. Böylece, uzay gittikçe daha fazla büyürken, galaksilerde, aslında aynı boyutta kalmaktadır. 

Kara enerji, kara maddeden çok daha farklıdır.


Astrofizikçi Profesör Alexei Filippenko demiş ki
Bu enerji, galaksilerin kümelerde yaptığı gibi ya da yıldızların galaksilerde kümeleşmez. Tam tersine hepsi bir örnek çıkarmaya başlatır. Hangi yöne bakarsak bakalım aynı miktarda hızlanma görüyoruz. 

Astronomi Profesörü Richard Ellis demiş ki
Bazılarının dağılımında ve etkisinde bir düzen olduğuna inanmasına rağmen bu enerji muhtemelen akıcı bir enerji. 

Japon asıllı Kuramsal Fizikçi Michio Kaku demiş ki
Kara enerji bir vakum enerjisi.bir hiçlik enerjisi. Aslında hiçin bile bir enerjisi vardı. Ve bu enerji, galaksileri birbirinden ayırıyor ve denetimsiz bir evren yaratıyor.

Kara enerji, şu anda evrenin genişlemesini yönlendiriyor. Ve hiçte duracağa benzemiyor. Şimdilik kara enerji ve kara madde, 21.yüzyılın en büyük kozmolojik sorunu olarak kalacaktır.


UZAYDA ALKOLNÖTRON YILDIZLARI VE PULSAR GEZEGENLERMAGNETARLARNÖTRİNOLAR


Uzayda Alkol




Ne kadar tuhaf görünsede, Astronomlar, yıldızlar arası bulutların biranın içerdiğiyle aynı cins alkolle dolu olduğunu keşfetti.


Amerika'lı Astronom Laura Danly demiş ki

En garip bulutlardan birinin içeriğinde organik moleküller ve özelliklede etil alkol dolu. Yani, aslında dev bir kozmik içki fabrikası olabilir. Bu eğlenceli bir fikir. (Bencede çok eğlenceli.)

Dev moleküler bulutlar, gaz ve tozun muazzam bir birleşimidir. Hatta bazıları Güneş sistemimizden binlerce kat daha büyük. Yoğunlukları ve dev gövdeleri sayesinde kozmik bir kokteyl üretebilen kompleks moleküllerin oluşmasını sağlıyor.


Amerika'lı Astrofizikçi Amy Mainzer demiş ki

Bira fabrikasında alkol üretmek için arpa,su ve maya kullanılıyor. Oysa yıldızlar arası moleküler bulutlarda hidrojen su ve karbondioksit gibi basit moleküllerin bir araya gelmese ve etil alkol gibi daha kompleks moleküllerin kimyasal tepkimeye girmesi için çekirdeklenme alanlarını yaratan toz taneleri var.

Ton taneleri, moleküler bulutun merkezine doğru daha da yaklaştıkça bulutun merkezinde oluşan yıldıza yaklaşmış oluyorlar. Bu da , onlara bazı kompleks moleküllerin buharlaşmasını sağlayacak kadar ısıtıyor. Uzaydaki etil alkol gibi.


İlk alkol bulutu, 1975'te tespit edildi.



O zamandan beri başka, gerçekten tuhaf uzay bulutlarıda gözlemlendi. Kartal takım yıldızında bulunan "G34.3" bulutu çapı güneş sistemimizin çapının 1000 kat daha fazlası.


Amerika'lı Astrofizikçi Amy Mainzer demiş ki
Aslında "G34.3" isimli bulutta, Dünya gezegenindeki her insan için önümüzdeki 1 milyon yıl boyunca her gün 300.000 kutu bira üretmeye yetecek kadar alkol var. İçinde HidrojenSiyanür, KarbonMonoksit, KarbonDioksit, Amonyak ve benzeri pek çok kimyasalda var. Bulutun dış tarafında donmuş taneler ve kompleks moleküller bozulmamış olarak duruyor ve biz onları "Kuyruklu Yıldız" olarak biliyoruz. 


Bu kuyruklu yıldızların bazı kompleks molekülleri, güneş sisteminin içine getirdiği düşünülüyor. Hatta gezegenimizde bu moleküller tohumlanmış olabilir. Mesela yaşam için gerekli olan aminoasit blokları.


Amerika'lı Astronom Laura Danly demiş ki
Güneş ve yeryüzü, alkol bulutu gibi başka bir yıldızlararası buluttan oluştu. Eğer doğru içeriği alırsak , doğru organik içeceği, elinizde hayat için malzeme olur.

Amerika'lı Astronom Michelle Thaller demiş ki
Uzayda salınan dev bir alkol bulutu olması çok garip görünüyor. Ama en sevdiğim tarafı içinde alkolünde bulunduğu yaygın moleküllerin, galaksi ve evren boyunca dolaşması. Her yerdeler, eğer dünyayı toz haline getirirseniz meydana gelecek olan şey bizi oluşturan yıldızlararası bulutların içindeki kimyasal maddelerdir.

Alkol yüklü bulutlar, yeryüzüne hayatın tohumlarını ekmiş olabilir. Güneş'e ikinci yakın gezegen Venüs'ün sıcak ve korkunç bir yüzeyi var .



Ama garip bir biçimde yaklaşık 50km yüksekliğinde bulunan bulutları, ısıyı hayat için uygun olabilecek düzeye çekiyor.

Michael Mıschna demiş ki
Sıcaklıklar kabaca Dünyanın yüzeyinin sıcaklığı ile aynı. Atmosfer basıncı aşağı yukarı yeryüzü ile aynı. Yani Dünya hayat varsa aynı koşullarda Venüs'te de olabilir.

Amerika'lı Astrofizikçi Amy Mainzer demiş ki
Venüs'ün atmosferinin, kaçak sera etkisinin bir ürünü olduğu düşünülüyor. KarbonDioksit artışı yüzeydeki sıcaklığın artmasına neden oluyor. Yani eğer Venüs'te sıvı halde su bulunuyorsa bile eninde sonunda kaynayarak buharlaşacak ve böylece yukarı, atmosferde bulunan daha uygun yerlere gidecekler.



NÖTRON YILDIZLARI VE EKSO GEZEGENLER

Güneş sistemimiz oldukça sıradışı gezegenler barındırıyor. Gelişmiş teleskoplar, Güneş sistemimizin ötesinde konumlanan 300den fazla gezegen tespit etti. "Ekso Gezegenler" deniyor. En ilginç ekso gezegenler pulsar gezegenleridir. Güneşimiz gibi yörünge çizen yıldızların aksine, bu gezegenler "Pulsar" adı verilen hızlı dönen Nötron yıldızının etrafında yörünge çiziyorlar.




Pulsar tıpkı deniz feneri gibi sinyal yayıyor. 


1990'da bilim insanları, "Başak" takım yıldızının , 900 ışık yılı uzakta konumlanmış üçlü pulsar gezegeni keşfetti.


Amerika'lı Astronom Michelle Thaller demiş ki
Bu gezegenler, pulsara çok yakınlar. Bir gezegenin var olacağı son yer. Kimse bu şeylerin etrafında gezegenler görmeyi düşünmüyordu. Çünkü pulsarla bir nötron yıldızı "Süpernova" patlamasının kalıntısıdır. Bu yıldız evrende bilinen en amansız ve kaotik patlamalardan kendini atmayı başarmış. 






Amerika'lı Astrofizikçi Amy Mainzer demiş ki

3 gezegen var ve 2 tanesi yeryüzünün kütlesinden 4 kat daha büyük. 3. gezegen ise yeryüzünün uydusu olan Ay'ın 2 katı. 


Oldukça küçük gezegenler. Zaten nötron yıldızının merkezine o kadar yakınlar ki, merkürün yörüngesine uyabilirlerdi.

Asıl soru , bu gezegenlerin Süpernova çarpışmasından nasıl kurtulduğu. Aynı şey bizim Güneşimize olsa, Güneş sistemi içindeki gezegenler buharlaşırdı.

Amerika'lı Astronom Laura Danly demiş ki
Eğer gördüğümüz o gezegenler, Süpernova zamanında da orda olup kurtulmayı başardılarsa kesinlikle o gezegenlerde hayat olması mümkün değil. Bu konuda hiç umut yok. Süpernova'nın o kuvveti ve enerjisi ve o radyasyon ortamı her şeyi öldürmeye yeter de artar bile.

Bu 3 gezegen, süpernova patlamasında yıldızın yörünge değildilirse, o halde oraya nasıl ulaştılar?

Astrofizikçi Profesör Alexei Filippenko demiş ki
Belki de bu Pulsar gezegenleri patlayan yıldız Süpernova'nın oluşturduğu kalıntılardan oluşmuştur. Belki de etrafa saçılan materyal parçaları tam olarak dağılmadılar ve gezegenleri oluşturan bir enkaz bıraktılar. Bu tuhaf Pulsar gezegenlerinin nasıl oluştuğunu gerçekten bilmiyoruz. Şimdiye kadar bütün teorileri zorladılar. Nötron yıldızı maddesi oldukça yoğundur. Kütlesi çok fazladır. Hatta bir atom çekirdeği gibi yoğundur. Bu yüzden de gezegeni oluşturan madde olduğundan , gezegenden bir kova dolusu kum alırsam, Dünyadaki en büyük tepe olan Everest tepesi kadar kütlesi olacaktır. Bu kova Dünyada rahatlıkla kaldırılırken, eğer kovanın içindeki Nötron yıldızı maddesi olsaydı Everest tepesinin kaldırılmasının imkanı yoktu. Nötron yıldızı maddesinin ne kadar yoğun olduğunu burdan anlayabilirsiniz.


MAGNETARLAR




2 tür Nötron yıldızı var:
*Çok hızlı dönen ve düzenli sinyaller yayan Pulsarlar.
*Daha yavaş dönen ve manyetizma alan enerji yayan Magnetarlar.

Pulsarlardan daha nadir olan Magnetarlar, evrende bilinen en güçlü manyetik alanlara sahip.


Amerika'lı Astronom Laura Danly demiş ki
Yeryüzünde, Magnetarlar'ın ki kadar kuvvetli manyetik bir alan bulabilmeniz imkansız. Ama yaklaşık olarak denk bir şeyi, Tesla kangalı ile yapabilirsiniz. Tesla kangalının ortadaki top ve onu çevreleyen kafes arasında yarım milyon volt kadar büyük bir voltaj farkı var. Aradaki boşluk, elektronlar hava da gezinirken enerji yayılımı sağlıyor. Tesladan çıkan kıvılcımlarda bir çok miktarda enerji yayıyor. Magnetar'da bunun gibi "Gama" ve "X-Ray" ışınları olarak gördüğünüz enerji yayılımı.



Astrofizikçi Profesör Alexei Filippenko demiş ki
Magnetarlar devasa şekilde enerji yayabilirler. Ama Pulsar gibi periyodik olarak değil, rastgele. Kabuğunda yıldız depremi gibi bir şey olur ve bir manyetik alan demeti bir araya gelir. Muazzam miktarda enerji yayar. Enerji, Gama ve X-Ray ışınlarına dönüşür.

Bilim adamları ilginç bir şey keşfetti. Pulsar gibi davranan, aslında Magnetar olan bir yıldız. Nasa, bu yıldızın parlamalar halinde 5 devasa enerji patlaması gerçekleştirdiğini gözlemledi. Halbuki bu Magnetarların özelliğidir. Parlamalar 2005 Mayıs ve Temmuz arasında 5 kez gerçekleşti. Her parlama 1 saniyeden kısa sürdü, ama yayılan enerji Güneşinkinin on binlerce katıydı.

Astrofizikçi Profesör Alexei Filippenko demiş ki
Bir gözlemde Pulsar'ın tıpkı bir Magnetar gibi çok güçlü bir manyetik alan gerektiren devasa patlamalar yaşandığına rastlandı. Bir tür manyetik alanın, yeniden yapılanması gibi. Normal bir Pulsar'ın enerjisinin çok fazlasıydı. Yani en azından bir vakada Pulsarlar ve Magnetarlar arasında bir bağlantı var. Pulsar sonradan Magnetar özellikleri gösterdi.

Pulsar, Magnetar karışımı yıldız oldukça genç. Henüz 900 yaşında. Bu yüzden Astronomlar Nötron yıldızlarının bir yere kadar Magnetar olarak yaşayıp, durularak Pulsar olduğunu düşünüyor.



NÖTRİNOLAR




İnsanlar ve Evrendeki çoğu şey normal maddeden oluşmaktadır. Bu da, 4 temel parçacıktan meydana gelir. Bu parçacıklardan biri Nötrino.


Amerika'lı Astronom Michelle Thaller demiş ki

Benim görüşüm; evrendeki en garip madde olduğu yönünde. Şu anda, her saniyede Güneşten gelip vücuduma girmekte olan 50 trilyon nötrino var. Başka yıldızlardan, başka yönlerden Dünyaya doğru gelen başka Nötrinolar da var. Trilyonlarla ölçülen bu şeyler, her saniye üzerimize yağıyor. Ama onlardan tamamen habersiziz. Bizi kesinlikle etkilemiyorlar. 

Astrofizikçi Profesör Alexei Filippenko demiş ki
Çok küçük bir kütlesi var. O kadar az miktarda bir madde ki nerdeyse hiç bir şey. Ama bir enerjisi var ve uzayda hızlı hareket ediyor. Bu şeyler son derece etkisizler. 




Nötrinolar, genellikle yıldız içindeki Nükleer Reaksiyonlar tarafından oluşturulur. Güneş buna dahildir. Her saniyede yaklaşık 60 milyar nötrino, vücudumuzdan geçmektedir.

Ancak Nötrinoları yaratan başka kaynaklarda var.


Amerika'lı Astronom Michelle Thaller demiş ki

Nükleer Reaktörler tarafından üretilirler. Bir kısmı sürekli etrafımızda bulunan taşların içindeki elementlerin radyoaktif çürümelerinden oluşur. Ve kozmik ışınlar atmosferimize çarptığında ortaya çıkan başkalarıda vardır. Ve bunlar atmosfere saatte 160 km hızla giden beyzbol topuna eşit şiddetle çarpar. 





Çok büyük miktarlarda Nötrino, Big Bang'ın hemen ardından evrene salındı. Başka parçacıklar ve ışıkla birlikte. İnsanlarda, bu başlangıçta var olan karmaşanın soyundan geliyor.